Solaris Kitap Özeti

Solaris

Dünyaca ünlü yazar Stanislaw Lem’in kaleme almış olduğu Solaris romanı dünyaya ses getirmiştir. 1961 senesinde yayınlanan Solaris romanı bilimkurgu türünden olması ile okuyucuyu son derece etkilemektedir. 20.yüzyılın bilimkurgu edebiyatında önde gelen isimlerden birsi olan bu eser, insanlığın bilim ile beraber, başka gezegenlere olan ilişkisinin detaylı bir biçimde ele alınması üzerine döner. Yayınlandığı ilk günden beri büyük rağbet gören bu kitap, üç kez sinemaya uyarlanmış ve başarıyı orada da yakalayabilmiş. Dilerseniz kitabın detaylarını hep beraber inceleyelim.

Kitabın Konusu

Stanislaw Lem’in ele almış olduğu bu eserde, dünyaya çok yakın olan bir gezegen Solaris ile etkileşime girilmesinin ardından, meydana gelen olaylar üzerine çeşitli konular ile beraber göndermeler yapılır. Dünyada bir bilim olan Solaris, insanlar için konuşulacak malzeme olmuştur çünkü dünyaya bu denli yakın olan gezegen son derece garip görünmesi ile dikkat çekiyordu. Bu nedenle bu gezegeni daha fazla yakından tanımak isteyen insanlar, bu gezegenin sağladığı faydalardan bir an önce yararlanmak ve bu gezegen hakkında çok detaylı bilgilere sahip olmak istiyorlar. Romanın başkahramanı Kelvin, bu gizemli gezegenin yüzeyinde bulunan okyanus üzerinde çeşitli araştırmalar elde etmek ve evreni daha iyi anlamak için bu gezegene gider. Bu gezegen üzerindeki çalışmalarını başlattığı esnada, gezegen Kelvin’in bastırmış olduğu duygularını gün yüzüne çıkararak acılı bir deneyim yaşamasını sağlar. Bir zaman geçtikten sonra bu gezegende yalnız olmadığını anlar çünkü onun gibi pek çok bilim insanı da aynı şeyleri yaşar. Üzerinde bulundukları bu okyanusun, hiç kimsenin kaynadığını ve nedenini bilmediği bu anıları ortaya çıkaran canlı organizması fark edilince, çalışmalar yapan bilim insanlar ilgi odaklarını değiştirerek kendi iç hesaplaşmaları ile yüzleşmeye başlar. Daha fazla detay vermeden romanın özet kısmına geçelim:

Kitabın Özeti

İnsanların merak ettiği Solaris gezegeni, yine insanlar tarafından araştırılıp daha yakından tanınmak istemesi ile beraber roman başlar. Sırlarla dolu olan Solaris gezegenini daha yakından tanımak ve incelemek için bilim insanları Solaris’e gönderilmeye başlar. Gönderilen bu bilim insanlarının ne durumda olduklarının incelenmesi ve destek sağlanması amacı ile Psikilog Kevin de bu gezegene gönderilir. Bu gezegende beklediğinden çok farklı bir deneyim yaşayan Kevin, karşılaştığı manzaralar neticesinde bu gezegenin son derece karmaşık olduğunu fark eder. Araştırma yapmaları için bu gezegene gönderilen bilim insanlarından bir tanesini intihar etmiş, ötekisi bildiği bir şeyleri gizlemenin derdinde, bir diğeri ise yönelimsiz bir biçimde, değişik ve bir o kadar da belirsiz hareketler sergilemektedir. Bilinçsiz denilebilecek nitelikte sıvı bir organizma olan Solaris, belirlenen bu bilinçsizliğine rağmen, bütünlüğüne karşı oluşabilecek herhangi bir tehlikeye anında tepki verebiliyor. Bu gizemli gezegene insansal bir bilinçten ziyade, hayvansal bir bilinç ile yaklaşmak daha doğru olacaktır. Solaris, inanılmaz fazla moleküler gerçeklikler oluşturarak kendi üzerinde oluşabilecek yabancı faktörleri son derece dışlamaya çalışıyor ve onlarla güçlü bir savaş vererek organizmasını koruma altına almaya çalışıyordu. Solaris gezegeninin aslında yaptığı şey tam olarak; spesifik bir biçimde savaş verdiği insan ya da virüslerin karşısında bu insanların var olan hafıza ve bilinçaltlarında gizli olan problemleri bazı bastırılmış duyguları, bu duyguların sebebi olan bireyler vasıtasıyla yaşatmaya çalışmaktadır. Solaris gezegeni üzerinde bulunan insanlar ile psikolojik bir savaş içersine girere ve böylelikle bu savaştan da galip bir biçimde sıyrılır. Bilim insanlarının psikolojilerine destek vermek için gezegene gelen Kevin’de ta olarak bu durumu yaşar. Gizemli gezegen Solaris, ölmüş karısı Rheya’ı Kevin’in karşısına çıkararak üzerinde problem oluşturmaya çalışır. Oluşan bu problem ise karısının ölmüş olması ile beraber meydana çıkan şaşkınlıktan değil, karısının bedensel olarak oluşturduğu bütünlükten ziyade, herkesin görebileceği halüsinasyon olmasından doğan bir salttır. Yaşadığı bu durum karşısında Kevin’de diğer bilim insanları gibi mağlup gelecektir ve romanda burada sonlanacaktır.

Kitabın Yazarı Hakkında Bilgi

Solaris romanının başarılı yazarı Stanislaw Lem, 12 Eylül 1921 senesinde Polonya’da gözlerini açmıştır. Yazarın bilimkurgu üzerine yazmış olduğu başarılı eserler tüm dünyaya ses getirmiştir. 1941 senesinden sonra okuduğu tıp mesleğini devam ettirmek yerine II. Dünya savaşı nedeni ile otomobil tamirciliği ve kaynakçılık gibi işler ile uğraşmış. Savaş zamanlarında Nazi kamplarında kalan bu yazar, 1946 senesinde Krakow kentine yerleşerek yarıda bırakmış olduğu tıp eğitimini tamamlamaya karar verir. Eğitimini tamamladıktan sonra doktor olmayı başaran yazar, mesleğine atıldığı bu senelerde şiir ile takından ilgilenmeye başlar. Bu esnada bilimsel yöntemler ile kurumsal araştırmalara başlayan yazar eserlerine bunun etkilerini yansıtır. Bilimkurgu ile daha fazla içli dışlı olmaya başlayan yazar, 1950 senesinde bu konu üzerine ilk eseri “Kazılan Zaman” ile karşımıza çıkıyor. Bilimkurgu üzerine üretmiş olduğu eserlerde hümanistlik ile modern bilimi bir arada ele almıştır. 1957 senesinde “Yıldız Günceleri” isimli eseri ile parodik metinler yaratmaya başlar. En bilindik eseri olan Solaris romanı ile ismini tüm dünyaya duyurmayı başaran yazarın bu eseri film olarak çekildi. Yazar, Solaris eserinde iletişim kavramının ne olduğunu sorgular ve metinlerindeki ortak nokta ise tamamen “ironi” olmuştur. Bu ünlü yazar, dil bilim ve felsefe ile de son derece yakından ilgilenir, bu konular üzerine çeşitli eserler de üretir. Lehçe kitaplar üreten Stanislaw Lem, eserlerinin 40’tan fazla dile çevrilmesi ile beraber daha fazla popülerleşmiştir. 27 milyondan fazla satış yapan kitapları hem dünya genelinde hem de ülkemiz çapında büyük rağbet görmüştür. Yazdığı değerli eserler ile büyük başarı yakalayan Stanislaw Lem’in başlıca eserleri şu şekildedir:

  • Solaris
  • Hayali Büyüklük
  • Yenilmez
  • Fiyasko
  • Yıldız Güncesi
  • Aden
  • Dönüşüm Hastanesi
  • Kör Talih
  • Mükemmel Boşluk
  • Kuvette Bulunan Günce
  • Sahibin Sesi
  • Gelecekbilim Kongresi
  • Sibirya
  • İnsanın Bir Dakikası
  • Yıldızlardan Dönüş

Yazmış olduğumuz bu yazıda, dünyaca ünlü yazar Stanislaw Lem’in değerli eseri ve hayatı detaylı bir biçimde ele alınmıştır.

Sol Ayağım Kitap Özeti

Sol Ayağım

Sol Ayağım isimdi roman, yazarının kendi hayatından kesitlere yer verdiği, biyografi ve anı nitelikli bir roman olma özelliği taşır. Romanda, beyin felci geçiren başkahramanın, yalnızca sol ayağını kullanabilen biri olduğu anlatılıyor ve roman Christy Brown tarafından 1954 senesinde yazılmış.

Kitabın Konusu

Roman, tamamen bir otobiyografi çalışmasıdır diyebiliriz. İrlandalı yazarın beyin felci geçirmesi üzerine hayata gözlerini açtığında yalnızca sol ayak parmaklarını hareket ettirebilmesi üzerine  engelli kalmış bir çocuğun hayat hikayesi konusudur. Hayatı bir şekilde sürdürebilmek adına okumayı öğrenmek, kendi kendine bir şeyleri becerebilmek, bazı zorlukların üstesinden gelmek zorundadır başkahraman. Kısaca romanın konusu; başına gelen bir felç sonrası hayata bir şekilde tutunabilen yazarın hikayesinden oluşmaktadır.

Karakterler

Christy Brown: Romanın yazarı ve aynı zamanda başkahramanıdır. Brown’un yaşadığı olaylar, onu hiçbir zaman hayata yenik düşmeyi kabul ettirmemiş. Her şey bir yana, geçirdiği beyin felci bile, hayata onu bir şekilde tutundurmuştur. Brown bir ressamdır ve sol ayağı ile çizimlerini yapan ve aynı zaman da romanını da sol ayağı ile yazan bir bireydir. Birçok kusuruna, yaşanmış olduğu olaylara karşı nasıl dimdik durmayı başarmışsa yine aynı şekil, ellerini kullanamıyor olması da onu hayattan koparmamış. Her zaman mesut bir şekilde hayatta kalabilmeyi becermiş ve 1981 senesinde hayata gözlerini yummuş.

Bayan Brown (Annesi): En az çocuğu kadar dirayetli, güçlü bir bireydir. Çocuğunun geçirmiş olduğu beyin felci bile onu bir şekilde hayata kazandırmış, aksine çocuğuna daha sıkı kollar ile bağlanmış. Tüm olan bitenlere haddinden fazla üzülse de, çocuğunun gelişebilmesinde fazla etkisi olan bir anne.

Bay Brown (Babası): Christy’nin babası ve duvar örme ustasıdır kendisi. Her ne kadar az miktar da paralar kazansa da, mutluluğun para ile satın alınamayacağının bilincinde bir insandır, ve bunu eserde okuyucuya kanıtlar. Oğlu Christy’nin geri zekalı olduğuna inanmaz, öyle olmadığı içinde oldukça mutludur.

Jim, Toy, Paddy: Bu üçlü, Christy’nin erkek kardeşleridir. Kardeşlerin en büyüğü Paddy’dir. Tony Christy’nin abisi ve son derece yaramaz bir bireydir.

Mona ve Lily: Bu iki bireyde Christy’nin kız kardeşleridir. Ailenin en küçük bireyi Lily’dir. Siyah kıvırcık saçları ve parlayan gözleri ile ufak tefek bir çocuk Lily. Mona ise daima dışarıda gezen, dolaşmayı sürekli gezmeyi seven bir kız kardeştir.

Dr. Collis: Collis Christy’nin doktorudur. Christy’e inanılmaz fayda sağlamış ve ona çok yardım etmiş. Christy’i Londra’da ki akrabasının yanına götürü ve orada tedavi eder.

Hendr: O bir el arabasıdır. Christy’nin el arabası. Christy el arabasını çok sever ve onunla dışarıda gezer, türlü oyunlar oynar.

Jenny: Christy’nin çok sevdiği ve büyük bir aşk duyduğu karakterdir. Jenny, Christy’nin engeli olduğu için aşkına karşılık vermez ne yazık ki.

Katriana Delahunt: Başkahramana yardım eden kişidir.

Dr. Warnants: Hastalığın ilk başladığı anlardan itibaren Christy’i tedavi etmekten asla vazgeçmeyen doktor. Ümidini hiçbir zaman kaybetmemiş ve bu umudu hastasına da katan doktor.

Kitabın Özeti

Hayata beyin felci geçirmiş bir vaziyette gözlerini açan ve bu sebep ile doktorların zihinsel engelli olduğuyla beraber fazla yaşayamayacağı kanısına vardığı kişidir Christy Brown. Doktorların hiçbir dediğini umursamadan asla umudunu kaybetmeyen anne, oğluna olan ilgisini hiçbir zaman kaybetmemiş. Felçli çocuk annesini çabalarının son derece farkında ve bununla beraber vücudunu hiç hareket ettiremeden çevresinde olup biten her şey hakkında gözlem yapmaya başlar. Christy bir gün ufak kız kardeşi tebeşirle ders yapmaya çalışırken, içinden gelen dürtüleri engelleyemeyip sol ayağı ile tebeşiri alıp bir şeyler çizmeye başlar. Bu durum başta annesi olmak üzere çevredeki herkesi şok eder. Böylece annesi hiçbir zaman kaybetmemiş olduğu ümitlerini daha fazla yeşertir. Tüm bu olanların üzerine annesi, Christy’e harfleri öğretmeye başlar. Bunlarla beraber zaman geçtikçe Christy sol ayağının parmakları ile bütün harfleri yazar, daima bir şeyler çizer. Tüm bunlar onun hayata bağlanmasına ve hiçbir zaman için umudunu kaybetmemesine vesile olur. Christy hayatını tamamen sol ayağına adar ve bu şekilde yaşamını sürdürür. Christy’nin çok sevdiği bir el arabası vardır ve bu el arabası sayesinde kardeşleri ile her yere gider ve gezerdi. O çok sevdiği araba bir gün ne yazık ki kırılır ve Christy’nin dünyası adeta başına yıkılır. Bu durumu fark eden annesi oğluna yeni bir araba alır ama hesaba katmadığı bir şey vardır ki, Christy gün geçtikçe büyük ve dışarıda olup bitenin artık inanılmaz farkındadır ve bu sebeple de bir daha p arabaya binip asla dışarı çıkmak istemez. Christy bir gün evdeyken, kardeşinin boyalarını alır ve boyama yapmaya koyulur. Bu durumu fark eden anne, ona yardımcı olur her zaman ki gibi. Christy bu uğraşı ile bir kez daha hayata tutunabilmeyi başarır. Christy resim yapmayı tutku haline getirmiştir. Geçen zaman ile beraber Christy bir gün Jenny adında bir kıza aşık olur. Ancak Jenny onun engellerinden dolayı aşkına karşılık vermez ne yazık ki. Tüm beklentileri boşa çıkan Christy bir kez daha dünyası altında ezilir.  Bu durum Christy’nin zamanla içine dönük biri olmasına sebep verir. O artık tedavi olmak ister. Çeşitli yöntemler ile tedavi olmaya başlayan Christy bir gün yazı yazmaya karar verir ve kendi hayatını yazar. Önceleri zihin engelli olduğu düşünülen Christy, şimdilerde hem ressam hem de yazar olmuştur.

Kitabın Yazarı Hakkında Bilgi

Christy Brown 1932 senesinde Dublin’de dünyaya gelir. 23 çocuklu bir ailenin, 13 çocuğundan hayatta kalan birisidir Brown. Christy Brown doğuştan beyin felçli bir bireydir. Yıllarca hareket etmeden ve konuşmadan hayata tutunabilmiş biridir Brown. Yaşadığı tüm olaylara ve hastalıklara rağmen hiçbir zaman umudunu kaybetmemiş ve üzerine mükemmel işlere imza atmış örnek bir kişiliktir Christy Brown. Tüm bu yaşadıklarıyla beraber onu asla hiçbir zaman yalnız bırakmayan annesine de minnet borçludur yazar. Yazmış olduğu “Sol Ayağım” isimli eserinde de annesine bol bol şükranlarını dile getirmiş. Yazdığı eserler ile adını tüm dünyaya duyurmayı başaran Christy Brown’un eseleri mutlaka okunmaya değer.

Yazarın Eserleri;

  • Sol Ayağım
  • Her gün Hüzün

Yazmış olduğumuz bu yazımızda dünyaya mal olmuş ve kusursuz bir biçimde kendi otobiyografisini yazabilen bir yazar olan Christy Brown’un güzel eseri “Sol Ayağım” a değindik. Yaşamış olduğu tüm zorluklara rağmen asla hiç pes etmeyişi, her türlü duruma karşı umutlarını dimdik ayakta tutuşu tüm insanların örnek alması gereken bir durumdur. Kitap hala rağbet gören kesinlikle okunmaya değer, acılar ile dolu bir kitaptır.

Sodom ve Gomore Kitap Özeti

Sodom ve Gomore

Sodom ve Gomore, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun önemli eserlerinden biridir. Kitabın konusu olarak İstanbul halkının Cumhuriyet döneminden önce İstanbul işgaline karşı tutumu yer alır. Sodom ve Gomore Yakup Kadri Karaosmanoğlu bireylerin yaşantılarında toplumsal konuları ele alarak ikisini birlikte ele alır. Sodom ve Gomore Kurtuluş Savaşı zamanındaki İstanbul’u ele alır. Avrupa hayranlığını ile yanıp tutuşan ve fazlasıyla sevdikleri bir topluma dahil olabilmek amacı ile tüm koşullardan bu nedenle uzak olduklarını farkına varamayan küçük bir çevrenin topluluğunu konusu işlenir. Aileler artık Osmanlı İmparatorluğu’na değil düşmanlarla beraber ittifak yapmış ve fazlası ile içli dışlı olmuşlardır. Türkiye O dönemlerde bir geçiş dönemi yaşar. Bu Sodom ve Gomore kitabında ele alınan konu batılı hayranlığı ile fazlasıyla seven insanları kendi ülkesini kaldırmak dışında her şeyi yapacaklarını ve bunun da büyük hüsranla sonuçlanacağının ana fikri verir. Yakup Kadri Karaosmanoğlu Sodom ve Gomore adlı romanında işgalcilerle işbirlikçilerin beraber hareket etmelerine anlatır.

İstanbul’un tümünde değil de belli bir kısımdaki ailelerin örneğin Fransız ve İngiliz subaylar ve bunlarla iç içe olmuş Türk aileleri konu edilir. İstanbul’un tamamına bu durumu yansıtmak doğru değildir, İthaf etmek doğru değildir. Yakup Kadri Karaosmanoğlu temeldeki sarsıntıyı ele alır. Fakat bu eserde ahlaki ve geleneksel konularda ayrıca dillendirir. Yakup Kadri Karaosmanoğlu geleneklerine kadar değişen ve ilerleyen zaman süreçlerin ayrıca ahlaki boyutlarda da değişkenlik gösterdiğini ele alır. Sodom ve Gomore hikayesini Tevrat’tan bildiğimiz kadarıyla azgınlıkları yüzünden tamamen azaba uğratılmış bir kavim olarak tanırız. Bu anlatım tarzı romanın bazı kesimlerinde ana fikri olarak verilir ve beraber bu konu kitabın ana fikri gibidir.

Fransız dev İngiliz subaylarının dehşet verecek cinsel arzularını farklı konularda ele alan Yakup Kadri Karaosmanoğlu ahlaksızlığın ve doyumsuzluğu anlatan bir kitap yazmıştır. Dünya Savaşı’nın sonunda İngilizler Fransızlar Amerikalılar İstanbul’a işgal etmek üzere bir hal alırlar. Durum böyle olunca bazı kendilerini kaybederek kendi ırklarına olmayan bir sürü subaya kendilerini şirin göstermek için hareketlerde bulunur. İşgalcilere Şirin görünmeye çalışan bu tavır ile Türklerin asıl yüzünü görmeyecek ve farkında varmayacaklarıdır.

Fazlası ile mandacılık savunan bireylerden oluşan Türk azınlık grubu subaylara yedirir içirir onları besler. Sami Bey ve ailesi tıpkı bahsettiğimiz gibi mandacılık isteyen bir ailedir. Sami Bey’in kızı Leyla İngilizceye sular seller gibi bilir ve fazlasıyla güzeldir. Dayısının oğlu Necdet ile dünya evine girecek olan Leyla onunla nişanlanır. Fakat Necdet hiç kimseye benzemez. Ülkenin kurtuluşu bakımından ileri bir seviyeye geçeceğini düşünür.

Anadolu’daki tüm direnişlerin sonuna kadar arkasında olan Necdet bu şekilde mandacılığı değil Türklerin kendi tutumlu ile ülkeyi kazanacağına düşünür. Ona göre bu tavır olarak değiştirilmiş ve ahlaki olarak değiştirilmiş ve yobazlaşmış tutumdan tamamen kurtulacağının düşünün kurar ve hareket eder. Leyla da İngiliz Fransız Amerikan subaylarının aldığı tavır ile ahlaken yozlaşmış ve bu subaylardan biri ile gönül ilişkisi edilmiştir. Kurtuluş Savaşı başarı ile sonuçlandığı zaman düşmanlar İstanbul’dan defedilir ve işgalcilerin tüm subayları kovulur. İşgalciler kovulunca Leyla’nın düşüp kalktığı subayda İstanbul’dan gider. Eski nişanlısı Necdet’e tekrar geri dönmek isteyen Leyla, Necdet’in olumsuz tavrı yüzünden Necdet’ten yüz bulamaz.

Roman Kahramanları

Kitaptaki kahramanlarından Leyla kendisinden ilginin sürekli başkasına gitmemesi gerektiğini düşünen şımarık, o fazlası ile egolu ve kendini beğenmiş bir kızdır. Önceleri Leyla güzelliği ile dillere destan bir şekilde çevresinde tanınır. Fakat aşk üçgeninde kalır. Necdet Leyla’nın kuzenidir. Fakat Leyla Hanım’ın nişanlısı Necdet, öğreniminin bir kısmını Fransa’da bir kısmını Almanya’da yapar. Fazlasıyla kafası çalışan bir insandır. Ayrıca Necdet İngiliz mandacılığı tamamıyla reddeder. Kitabın konusu olarak ana fikri gerçek anlamda ahlaki yozlaşmanın bir dönemin şartları itibariyle asayişi bozan ve menfaat yüzünden her şeyi göze alan insanların bulunduğu bir toplumun sonunda bu şekilde dibe vuracağını açıklar. Öğretilerine göre her milletin içinde fedakâr insanlar milletin onlardan farklı olarak görüşleri olsa bile kendileri için ve vatan için ne gerekiyorsa yaparlar ve fedakarlıkta bulunurlar. Bu şekilde asayişi bozanlar yüzünden kan dökülmesine neden olan insanlarca durumun daha kötü gitmemesi için milletini seven birkaç kişinin varlığı yeterlidir.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun 1889’da o dönem Osmanlı’da olan Mısır Kahire’de doğdu. 1916-1919 yıllarında tüberküloz hastalığına yakalandığı için tedavi olmak amacıyla İsviçre’ye gitti. Millî mücadeleyi sonuna kadar destekleyen Yakup Kadri Karaosmanoğlu aynı zamanda Halit Ziya Uşaklıgil’in hayranıdır. Bu nedenle çeşitli görevlerde bulunsa da en sonunda kitaplar metinden hikayeler tiyatro oyunları yazarak sanata ve edebiyata adım atmıştır. Bazı dönemler öğretmenlik ve müdürlük yapan Yakup Kadri Karaosmanoğlu Fecr-i Ati dönemine ait Yani İkinci Meşrutiyet ve sonrasını teşkil eden durumları konu alan eserleri de vardır. Ayrıca siyasi bir ayağı da bulunan Yakup Kadri Karaosmanoğlu Hakimiyeti Milliye, Cumhuriyet, Milliyet gazetelerinde çeşitli metinler yazmıştır. Bu metinlerde roman öykü deneme bilim konulu makale eserlerini icra etmiştir ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu Atatürk’ün yakın çevresinden biri olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde de siyaset yapmıştır. Ayrıca Yakup Kadri Karaosmanoğlu Anadolu ajansında kurmuştur.

Sırça Köşk Kitap Özeti

Sırça Köşk

Sabahattin Ali’nin en bilinen eserlerinden bir tanesidir. Kitabın türü öyküdür. İçerisinde okunacak çeşitli hikâyeleri de barındırır. Bunlardan en dikkat çeken ve önemli olan Sırça Köşk öyküsü olduğu için kitap adını da buradan almıştır.  İçinde bulunan öykülerden en uzun olanı da Sırça Köşk’tür. Yazar bu eserde anlatılan şey sorgulamadan güvenmek ve yaşamanın bedelini kısa bir hikâye ile anlatmıştır. Bu kitapta var olan öykülerin hepsi, okuyanlara ayrı ayrı dersler çıkarmada öncülük ediyor.

Kitabın Konusu

Üç arkadaşın, çalışmadan bir hayat sürdürmeleri üzerine düşünüp, sonunda bir fikir bulmaları üzerine yazılmış bir öyküdür. Bu arkadaşlar Sırça Köşk fikri sayesinde bir hayat sürdürmeye karar verirler. Fakat sonunda büyük bir yıkım olur. Bundan çıkarılacak dersler vardır. Bu kitaptaki Sırça Köşk öyküsünde de tam olarak bu anlatılmaktadır.

Kitabın Özeti

Kendilerini oldukça uyanık sanan üç kafadar arkadaş bir şehre giderler. Gittikleri bu şehirde insanlar hayatlarını çalışarak ve emek harcayarak devam ettirir. Fakat bu üç arkadaş çalışmadan yaşamanın ve insanların bu yüzden onları yadırgamadan yaşamanın derdine düşerler. Sonradan akıllarına çok güzel bir fikir gelir. Şehir içinde dolaşırken sürekli şaşkınlık yaşarlar. Şehirde yaşayan insanlar meraktan şu soruyu sorar; “Neye şaşırıyorsunuz bu kadar?”, onlar da bu şehrin bir Sırça Köşkü’nün olmamasına diye cevap verirler.

Şehirde yaşayan insanlar bu fikirden sonra düşünüp taşınırlar ve bir Sırça Köşk yapmalarını isterler. Aslında bu üç arkadaşın düşündüğü plan tam olarak işlemektedir.  Köşk’ün yapımı için yanında çalışacak olan kişileri de ayarlamışlardır. Köşkü yapıp bitirmişlerdir. Hatta köşkün üzerine kat bile çıkmışlarıdır. Köşke gelen her insana yalan yanlış da olsa verecek cevapları vardır. İnsanlar da fazla sorgulamadan buna hemen inanırlar. Çalışmak istemeyen ve köşke yerleşen insanlar da burada yaşamaya başlarlar. Köşkte yaşayan bu insanlar ekmek elde su gölden mantığıyla her şeyi halk sayesinde temin ediyorlardı. Kısacası halkın emeğiyle kazanmış olduğu şeyleri sömürme isteği vardır. Bir gün halkın elinde kalan koyunları da kebap yapma için talep ederler. Bu koyunlardan üç tanesinin kellesini halka geri verirler. Kellelerden birinde beyin bulunmaz. Birinde göz yoktur. Birinde de dil yoktur. Resmen halka dalga geçerler. İnsanların emeklerini sömüren bu kişiler yüzünden de bıkan bir adam kelleyi alır ve Sırça Köşk’e fırlatır. Fırlattığı kelle sayesinden köşkte bir delik açılır. Elinde kalan diğer kelleri de atarlar. Sonra Sırça Köşk yerle bir olur. Kendisini zeki sanan o üç kafadar sayesinde hikâye de burada biter. Kısacası halkın buradan çıkarması gereken ders, böyle bir köşke aslında ihtiyaçları olmadığıdır.  Herkes çalışıp didinirken kimseye yan gelip yatarak yaşamamalı. Armut piş ağzıma düş diyerek bir yaşam asla geçmez. Böyle bir hayatı yaşamak isteyen insanlar hayatın sonunda olumsuz şeylerle karşılaşabilir.

Kitabın Yazarı Hakkında

Sabahattin Ali Kimdir?

Sabahattin Ali, 25 Şubat 1907 yılında Eğridere’de doğmuştur. Kuyucaklı Yusuf, Kürk Mantolu Madonna, İçimizdeki Şeytan gibi eserleri ile oldukça ünlü bir yazardır.  Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı’nı oldukça önemli bir şekilde etkilemiştir. Çoğunlukla öykü türünde eserler vermiştir. Romanlarıyla da ön plana çıkmıştır. Romanlarında uzun uzun ele aldığı aşk ve sevgi temalarını güzel bir dille işlemiştir. Edebi akım olarak toplumcu gerçekçilik, realizm gibi akımları örnek almıştır. Türk Edebiyatında ise oldukça popüler bir yere sahip olmuştur.

Eğitimini bitirdikten sonra Türkiye’de Almanca öğretmenliğine başlamıştır. Fakat bir süre sonra komünizm propagandaları yapıyor diye tutuklandı. Tutuklanma sebebinden ötürü de memurluktan ihraç edildi.

Hayatının son dönemlerinde Türk Milliyetçili yönünde yaşadığı tartışmalar yüzünden sorunlar yaşadı. Hakkında bulunan davalardan Türkiye’den ayrılmak istedi. Fakat Bulgaristan sınırında beraber kaçmak istediği Ali Ertekin tarafından öldürüldü. 2 Nisan 1948 yılında vefat etmiştir.

Sinekli Bakkal Kitap Özeti

Sinekli bakkal

Halide Edip Adıvar’ın kaleme aldığı romanda geçmiş dönemler de yaygın olan töre ve yöresel izleri taşıyan bir eserdir. II. Abdülhamit döneminde yaşanan siyasi ve sosyal yaşantıyı nesnel bir şekilde kaleme almıştır. Eserinde o dönemde halkın yaşaması ve hayat tarzı hakkında bilgi edinmemize yardımcı olur. Sokak hayatı ve ailelerin yaşam biçimleri açık ve net bir şekilde anlatılmıştır. Yer İstanbul’un Aksaray ilçesinde gerçekleşir. Sinekli bakkal sokağında geçen olaylar kaleme alınmıştır.

Sinekli Bakkal Kitap Özeti

Sinekli bakkal İstanbul’un, Aksaray ilçesine bağlı bir sokaktır. Bu sokakta yaşayan Emine, kalbini aynı sokakta yaşadığı Tevfik’e kaptırır. Birbirlerine aşık olan bu çiftin evlenmesine aileler karşı çıkar. Tevfik o döneme göre sorumluluk sahibi olmayan, kafasına göre yaşayan bir gençtir. Dönemin yöresel oyunu olan Zenne oyununda kadın rolüne girerek hayatını kazanır. Mesleğinin gereğince kadın rolüne girmesi ile yakın çevresi ve mahalleli ona Kız Tevfik lakabını takar. Emine’nin ailesi onun Tevfik’e olan ilgisini fark eder ve karşı çıkarlar. Ailesini bir türlü ikna edemeyen çift birbirlerine olan aşkları gözlerini bağlar. Bir karar verirler. Aileleri karşı çıksa da onlar ayrılmak istemez ve Emine sevdiğine kaçar. Kızının sözünü dinlemeyip kaçması ile Emine’nin babası kızını evlatlıktan reddeder. Kızlarını çok sevseler de yapılan ihaneti unutamaz ve Emine’yi hayatlarından çıkarırlar.

Ailesini dinlemeyip kaçan Emine sevginin her şey olmadığını kısa sürede anlar. Dönemde ev geçindirmek zordur. Tevfik de işi gereği fazla para kazanamaz ve maddi sıkıntılar çekmeye başlarlar. Aile kurmak, evlenmek sandıkları kadar kolay bir iş değildir. Bir süre sonra Tevfik’in aile büyüğü olan dayısı vefat eder. Ölümünün ardından dayısından geriye bir bakkal kalır. Geçim sıkıntısından sıkılan çift bu bakkalı işletmeye karar verirler. Para kazanıp, hayatlarının düzelmesinin üzerine bakkal işletmek Tevfik’in hoşuna gitmez. Yapmak istediği hayalleri vardır.

Aralarında zamanla oluşan tek sorun geçim derdi değildir. Tevfik, Emine’ye karşı duygularında eksilme yaşar. Bir gün, Emine olanları gururuna yediremez. Kaçıp terk ettiği baba ocağına döner. Çaresiz kapısına gelen kızlarını geri çevirmezler. Emine’nin gitmesi ile bakkal işletmesi öylece kalır. Hayalleri peşinden gitmek isteyen Tevfik’e gün doğmuştur. Kısa zaman sonra boşanmaya karar veren Emine, kocasına dava açar. Mahkeme süresince Emine’nin gururunu inciten olan, kocasının erkek arkadaşlarına Emine’nin taklidini yapmış olmasıdır. Hakim mahkemede Emine’yi haklı görerek çifti boşar. Tevfik’in yaptığı terbiyesizlik ise yanına kar kalmayacaktır. Hakimin verdiği karar ile Gelibolu’ya sürgün edilir. Boşanma süresinde hamile olan Emine’nin kısa zaman sonra Rabia adını verdiği güzel bir kızı olur.

Emine’nin ailesi dini bütün ve İslami değerlere önem veren bir ailedir. Babası imam olan Emine’nin kızı da dini eğitimler ile büyür. Henüz 11 yaşına geldiğinde din derslerini bitirmiş ve hafız olmuştur. Yüzü gibi Rabia’nın sesi de çok güzeldir. Hafız olduğunu bilen yakınları düğün ve mevlitlerin de Rabia’nın Kuran okumasını isterler.

Dönem padişahı olan Abdülhamit Han’ın zaptiye nazırı Selim Paşa, Rabia’nın Kuran okumasına şahit olur. Rabia’nın sesi paşayı derinden etkiler. Sarayında müzik ve piyano eğitimi veren paşaların Rabia’yı eğitmesini ister. Bir süre sarayda müzik eğitimi alır. En iyi hocalardan eğitim alması ve sesinin güzelliği ile Rabia dillerden dillere dolanır. Onun sesi duyanları mest eder. Sürgünde daha fazla dayanamaya Tevfik eski mahallesine ve bakkalına döner. Babasının dönmesinin ardından babasının yanına yerleşen Rabia, müziğini burada geliştirmeye devam eder. Bu sırada devlet yönetiminde ve rejimde sorunlar yaşanmaya başlamıştır. Halk ile saray arasında çekişmeler vardır. Yönetim eleştiriliyor ve yasaklar çiğneniyordur.

Saray yönetimine karşı gelen bir örgüt kurulmuştur. Genç Türkler adı verilen örgüte Tevfik de üyedir. Rejim karşıtı ve yönetim sisteminin değişmesini isteyen bu örgüt içerisinde Selim Paşa’nın oğlu da vardır. Örgüt içerisinde yönetimi eleştiren ve kötü sözler içeren yazılar ve dergiler çıkarılır. Günün birinde Tevfik ve Hilmi ihbar edilmelerinin ardından yakalanırlar. Yaptıklarının cezası olarak sürgün verilir. Babasının Şam’a sürülmesinin ardından Rabia, Sinekli Bakkal sokağında tek başına kalır. Hayatını bir şekilde devam ettiren Rabia bir gün aşık olur. Aşık olduğu Pengrini’dir. Rabia’yı tanıdıktan sonra olan aşkından dinini ve ismini değiştirir. Adı artık Osman’dır. Osman ile Rabia kısa zaman sonra evlenirler.

Hayat ilerlerken Rabia beklenmedik bir haber ile sarsılır. Çok sevdiği dedesi ve annesi ölür. Ölümlerinin ardından çocukluğunun geçtiği eve taşınırlar. Rabia sevdiklerini kaybetmesinin ardından yorgun düşer ve hastalanır. Bu sürede hamile olduğunu öğrenir. Kocasının uzun zamandır yazmaya çalıştığı bir opera vardır. Osman operayı tek başına bitiremediği için karısından yardım ister. Sonunda beraber çalışarak bitirirler. Bir süre sonra Emine sabırla beklediği bebeğine kavuşur. Osman ile Emine’nin dünya tatlısı oğulları olmuştur.

Ülke siyasi gün geçtikçe tehlikeli bir hal almıştır. Bir süre sonra Meşrutiyet ilan edilir. Bu ilanın ardından padişah tarafından sürgün edilen insanlar yurtlarına, sevdiklerine geri dönerler. Emine’de babasına kavuşur. Sinekli Bakkal sokağına dönen Tevfik kızına, torununa ve bakkalına kavuşmuştur.

Sinekli Bakkal Eleştiri

Edebiyat eserleri arasında oldukça önemli bir yeri vardır. Okuyucu tarafından beğenilmiş ve gerekli ilgiyi görmüştür. 33 baskısı bulunan eserin anlatımı ve yazarın olay örgülerini ustaca kurgulaması dikkat çekiyor. Türk edebiyatında önemli bir yeri vardır. Kitap içerisinde siyasi görüş açık bir dil ile anlatılmış ve yazarın görüşü belirtilmiştir. Siyasi anlamlar içermesi ile de kitap okuyucuları tarafından ilgi çekmiştir.

Simyacı Kitap Özeti

Simyacı

Kendine has ismi O Alquimista olan Simyacı isimli yapıt, zamanında şarkı sözü yazarlığı ile tanınmış Brezilya kökenli Paulo Coelho’nun eleştiri yapanlarca popüler bir simge olarak kabul edilen 1988den ta bu güne kadar evreni birbiriyle karşılaştıran ve ortalığı birbirine kasıp kavuran üçüncü bir eserdir. Bu yapıt, tam altı senede yirmi altı dil tarafından tekrar yazılmış ve yedi milyon insan tarafından hatta daha fazlası sayıdan satın alınmıştır. Bu duruma Gabriel Garcia Marquez’den beri pek de rastlanmamıştır.Bu eser, kalbinde hala çocukluğuna dair özlem taşıyan ve çocukluğundan kopmamış, yüreğinde çocuksu yanını hiç kaybetmemiş okuyucular açısından bir gelenek, klasik bir tarz haline bürünmüştür. Bu eser, İspanya’dan yola çıkan ve Mısır piramitlerinde hazine bulmaya ve arama planını gerçekleştiren Endülüs memleketine ait çoban Santiago’nun masala kaçan yaşam öyküsünün felsefeyle bütünleşen hikayesidir. Bu eseri okuyanlar onda bizzat kendisine rastlar. Bu kitabın bu denli popüler olmasının ve satışının çok fazla yapılmasının sebebi kitabın adeta bir rehber ve önder gibi davranmasıdır, bu özellikleriyle kitap oldukça dikkat çekmektedir. Kişinin kendisini bulması ve kendisine yolculuğuna şahit olduğumuz bir kitaptır Simyacı.

KİTABIN KONUSU

Santiago kalbinin ritmine kulak vererek gezgin olarak yaşamayı arzulamaktadır ve dünyanın birçok farklı bölgesinde yaşamını sürdürürse  mutlu kalabileceğine inanmaktadır. Yaşadığı yer olan Endülüs’ten hoşnut değildir ve oradan ayrılmak istemektedir. Bir gece bir rüya görür ve Mısır piramitlerine doğru yola çıkar çünkü mısır piramitlerinde kendisine ait olduğunu düşündüğü bir hazine vardır. Onu bulmaya çalışır. Çobanın bu yolculuğu fiziki olarak yönü ve hedefi Mısırdaki piramitler olsa da, içsel açıdan bizzat kendisini ve mutlu olmayı araştırıp elde etmek biçiminde gerçekleşmektedir.

KAHRAMANLAR

Santiago: Azimli, tutkulu, tuttuğunu koparan ve oldukça çalışkan özellikte bir kahramandır. Kendisini aramakla ve bulmakla uğraşan bir gezgin olma yolunda emin adımlarla ilerleyen kahramandır. Diğer insanlarla uyumlu ve etrafına karşı oldukça ılımlı bir kişiliğe sahiptir.Araştırmacı ve okumayı seven bir tiptir. Hayattaki tek isteği mutluluğa erişmek, mutlu kalmak ve nasıl istiyorsa ona göre yaşamaktır. Başkalarının isteğine göre değil kendi isteği doğrultusunda hayatına yön verir. Bu da onu macera dolu bir başlangıca ve olaylara sürükler. Gizemli yolculukta kendini bulabileceğine olan inancı onun hep yanında olmuştur. Kalbinin sesini dinleyen biridir. Babası pederdir ve bu adam Santiago’nun da peder olarak hayatına devam etmesini ister. Bu istek Santiago’ya uymaz çünkü o hayatı kilisede öğrenebileceğine inanmaz. O hayatın dünyada yaşayarak ve bizzat kendisi gezerek öğreneceğini düşünür ve buna tutkuyla bağlıdır. Kişisel olarak hedefi ve gerçeği dünyanın aslını öğrenmek olduğunu kendisine söylemektedir. Kalbinin ritmiyle hareket etmesi gerektiğini düşünen Santiago, yüreğinin götürdüğü yere gitmek istemektedir. Evrensel dil ve evrensel işaretin dilini ve açıklamasını anlamayı becermiş ve öğrenmiştir. Yüreği onu nereye götürmek amacında ise o da o yolda ilerlemiştir.

Bilge Kral: Santiago’nun yoluna rehberlik eden, ruhsal açıdan ve felsefi boyutta ona yardımcı olan kişidir. Bu kral, kişiliğini arayan ve kendisinin ne olduğu gerçeğini araştıran insanların yanında olan kişidir. Onlara rehberlik eder ve gözlemin gücünü anlatmaya çalışır. Gezerken ve sorgularken, amacına yönelik adımlar atarken asıl ilkeyi ve hayat amacını unutmaması gerektiğini insanlara gösterir.

İngiliz: Çok okuyan bir insandır ve kitap okumayı çok ama çok sever. Akıllıdır ve maceradan hoşlanır.  Kişiliğinin menkıbesini bulmayı amaçlayan ve bu amaç için yola koyulan gezgin bir şahıstır.

Fatıma: Santiago’ya duygusal anlamda bağlıdır, onu sevmektedir ve ona aşk ile bağlı olmasına rağmen bu yolculuğun bitmesini isteyen ve bu konuda tavsiye veren genç bir hanımdır.

KİTABIN ÖZETİ

Ailesi Santiago’yu kendisinin papaz olmasını istediği için onu papaz okuluna yazdırmıştır. Okuluna devam eden Santiago okuldan arta kalan zamanlarda koyun sürülerini alarak onları otlatmaya çıkarır. Bu durumun katkısıyla da Endülüs’ü ayrıntılı bir şekilde gezme imkanına kavuşur. Santiago Endülüs’te yer alan bir şatoda yaşamaktadır ve buradan da oldukça sıkılmıştır. Gizemli bir yer onu içinden gelen bir ses ile adeta çağırmaktadır. Mısır piramitleri ve çöllerini hatta dünyanın başka değişik yerlerini mekanlarına şahit olmayı çok arzulamakta ve yaşadığı hayattan çok daha gizem dolu yerlerde hayatına devam etmek istemektedir. Tam on altı yaşında iken peder babasına rahip olmak istemediğini açıklar  ve rahiplikten uzak olduğunu aktarır.  Babası artık Santiago’yu kutsamıştır. Santiago içindeki gizem dolu hayatta yaşama isteği ve değişik yerleri görme arzusuyla, yaşadığı şatodan sıkılmışlığın verdiği istekle yola koyulur. Kendisini bulmak istemektedir aslında bu onun kendini arayışının ta kendisidir. Bu onun bizzat kendisine yönelik yaptığı gizemli bir yolculuktur hatta keşiftir. Sırtında taşıdığı kitaplar da elbette onunla beraberdi.  Babasından aldığı bir miktar parayla da koyun sürüsü almıştır. Yanında taşıdıkları ve beraberinde getirdiği koyun sürüsü ile beraber yıkılmış halde bulunan kilisenin bahçesinde uyur. Bu gecelerden birinde gördüğü rüya ona mısır piramitlerinde hazine olduğunu ve ona ulaşması gerektiğini söyler. Santiago bir gün pazarda dolaşır iken bir yaşlı insana rastlar bu ihtiyar kendisini Salem Kralı olarak tanıtmıştır. Ona rüyasından ve falcının kendisine anlattıklarından bahseder.  Adam bu durumdan çok etkilenir, kişisel menkıbesini aradığını anlayan Santiago’ya yardım eder. Kainat hakkında gizli ve çarpıcı bilgiler açıklaması karşılığında Santiago’ya ait olan altı adet koyunu ister. Daha sonra da Santiago’yu bir teste sokar ve onu sarayına davet eder. Adam Santiago’dan yağ konulmuş vaziyetteki yemek kaşığını tutmasını ister. Santiago bu vaziyette sarayı dolaşır daha sonra saray ile alakalı bir gözlem ve izlenime rastlayamaz bunun sebebi yağın kaşıktan dökülmemesine odaklanmasıdır. Yaşlı adam ise ona dönüp mutluluğun gizli evrenin tüm mucizelerini görmek olduğunu fakat kaşıktaki yağı dökmeden olduğunu dile getirmiştir. Santiago kalbinin ona söylediklerine pür dikkat ile kulak vermiştir çölde ilerlemeye ara vermemiştir. Hangi zorluklarla mücadele ederse etsin kişisel menkıbesinin ona verdiği güven ile yoluna devam etmiştir.Kumullar tepesine vardığında piramitler tüm ihtişamıyla onu çağırmaktadır. Hayata karşı cömert olmak kişisel menkıbeyi yaşamakla sağlanır. Kendisi bu düşünceye hakimdir. Sabah gözünü açtığında bulunduğu mekanı kazmış olduğunu fark eder ve mücevherlerle kaplı hazineyi bulmuştur. Rüyasında rastladığı ve piramitlere  varıp bulmak istediği mücevherli sandık kutusuna artık sahiptir.

KİTABIN YAZARI HAKKINDA BİLGİ

Yazar Paulo Coelho Janerio’da dünyaya gelmiştir. Roman yazarı olmadan evvel oyun yazarlığı, herkesçe beğenilen bir şarkının yazarlığını yapmıştır ayrıca tiyatro yönetmeni olarak da görev almıştır. Genç zamanlarında hippi idi. The Pilgrimage isimli yapıtında 1986 senesinde Hristiyan aleminin, batı avrupadan itibaren İspanyada Santiago de Compostela isimli kentte biten bir hac yolculuğuna imza attığını aktarmıştır. Simyacı onun yayımlanan ikinci kitabıdır ve bunu 1988de kaleme almıştır. Bu eseri onun çok okunmasına ve herkesçe tanınmasına olanak sağlamıştır. Ayrıca simyacı isimli bu ederi, kırk iki farklı ülkede de yayınlanmıştır ve yirmi altı adet dile aktarılmış ve çevrilmiştir.

Silahlara Veda Kitap Özeti

silahlara veda

1.Dünya Savaşının ortaya çıkarmış olduğu acı gerçekleri bir gözlemleyerek yazmıştır. Realist bir eser olmakla beraber silahlara veda ile zengin bir anlam kazanmıştır.

Eserde kendi otobiyografisini yansıtmış ve anlatılanlar yazarın kendi deneyimleri doğrultusunda hayatta gördükleri ve yaşadıklarıdır. 1. Dünya Savaşı’nda Ambulans birliğinin başında gönüllü olarak bekleyen askerler yer alırdı. Görevi icabı Birliği hastalara ve yaralıları bakım merkezlerinden getirip götürülme konusunda bağlantı sağlamaktaydı. Cephesi’nde yeni bir saldırı hazırlığı planlanıyordu. Saldırıdan kısa olan bir süre sonrasında yeni bir hastane kurmak görevliler gelmiştir. Hastane için gönderilen hemşirelerden bir tanesi de askerin aşık olacak olan hemşire bulunmasıydı. Chantry hemşire ile tanışıp onunla iyi arkadaşlık bağları oluşturmuştur.

Silahlara Veda Özet

Chantry ile gönül eğlendirmek vakit geçirmek niyetindedir. Ama Chantry her yerine aşık olmuştur. Henry cepheye gitmek yola çıkmadan öncesinde sevdiği kadına bir hediye vermek ister ve Cahntry bir koli hediye eder. Çatışmada sırasında Henry ağır bir yara almasının sonrasında hastane ilk müdahaleleri yapılır. Sonra Milano’daki hastaneye giderek orada bir sürpriz ile karşılaşır. Tekrar karşılaşırlar her bu kez ona âşık olmuştur. Yapılan müdahaleler sonrasına arık yavaş yavaş kendine gelmeye başlar. Ameliyat ve pansumanlar konusunda iyileşmeye kat edilen yaralar arık düzelmeye başlar.

Henry yasak olduğu halde içki içmeye başlar. Bu içkiye onun sağlığını büyük derecede zarar verecektir. Biraz düzenleye başlayınca tekrar cepheye gönderilmesi ile beraber Chantry hamile olduğunu bahseder. Cephesi’nde Almanların desteğini alan Avustralya karşısında İtalyanlar geri çekilmeye başlaması ile beraber her ve ekibinin hastane malzemeleri araca yükleyip geri çekilmeleri gerekmektedir.

Her ve diğer arkadaşlara malzemeleri ambulansları koyması ile yola çıkmışlardır. Yağmur altında ilerlerken etrafına olup bitenlere karşı midesi bulanmış hatta yüreği dağlanmış bir şekilde gider.. Geri çekilen İtalyan askeri zor acı ve sıkıntılarla boğuşmuş günler geçirmiştir. Yağmur ve çamurda etkisiile arabada zor bir şekilde ilerlemeye çalışırlar. Ana yolun tıkanması ile sıkıntılı süreç daha da zorlaşmıştır. Odine bir an evvel varmak isteyen Henry ve diğer arkadaşları kestirme bir yol seçerler. Odinleye varmak üzere iken araçlarının yağmur içerisinde kalması onları daha çok zorlamıştır.. Araçları çamurdan kurt aramayanlar yolda yaya olarak devam etmeye çalışırlar.

Diğer birliklere yetişirler ve askerler orduya ve rütbelerini hakaret etmekte olan birlikte duvar doğum başlamadan önce hem de çok yorgun ve aç olan Henry’ iye yemek göndermesiyle geri döndüğünde ketenle baygın vb. kötü bir halde karşılaşır. Henry hem çocuğunu kaybetmiş hem de sevdiği kadını doğumda ölmüştür.

Kararları doğrultusunda artık Henry silahını bırakma kararı alır. Bu doğrultuda askerlerin geri çekilmeleri ile beraber o da silahını bırakır.

Geri çekilen Table Mental ırmağını hemen sonrasında büyük bir olay görürler konuşulan şeylerin yargılandığı bir yerdir burası. Mahkeme sonrasında alınan karar göre kişiler idam cezasına çarptırılıyordu. Harris sonra sırası kendisine gelmesinin biraz öncesinde kaçmak için planlar yapmış ve yaklaşınca bir yolunu bulmuş ve Irmak’ı atlamıştır. Bir oduna tutunarak ırmağı geçirmiş ve o yerden kaçmayı başarabilmiştir. Uzun saatler vermiş olduğu mücadeleden başarılı çıkabilmiştir. Ovayı yürüyerek geçen ve türlü sıkıntılara maruz kalmıştır. Oradan Milano kaçmasıyla bir arkadaşından takım elbise satın alıp sevdiğinin yanına gider.

Herris ve Katerina buluşmasının ardındaki İsviçre’ye geçerler. Sabaha kadar kürek çeken ellere yara içerisinde kalması ile beraber İsviçre polisi durumlarına şüphelenip onlara tutuklamaya başlar. Bir eve yaklaşan ikili doğum yaklaşınca Lozan’a gidip bir otelde kalmaya başlarlar. Sancılanmaya başlayan hemşire doğumdan ölü bir bebek dünyaya getirir. Katerina da  çok fazla kan kaybetmiştir ve doğum masasında yaşamını yitirmiştir. Hal böyle olunca Herry hastaneden çıkıp otele doğru yalnız ve tek başına yağmur altında yürümek zorunda kalmıştır.

Artık hayatta yalnız bir kişi olarak kalan Harris sıkıntılı ve zor süreçlerin asıl başlangıcı niteliğindeki ders alması gereken olayları yaşamıştır. Harris silaha veda etmesi ile beraber sevdiğini ve çocuğunu kaybetmiştir. Harris Savaş psikolojisi yüzüne ağır sözler söylemesi veya çekmiş olduğu zorluklara göğüs germeyi çalışması onu haksız bir duruma düşmesine itmiş olabilir.

Kitap Hakkında

1929 yılında Charles Scibners somut ad tarafından yayınlanan bir romandır. Amerikan gerçekliği tarzı olarak adlandırılan bu tarz ile yazılan hikayede çoğul gerçeklik payının yüksek olduğu olaylara yer verilmiştir. 1. Dünya Savaşı’nda Asya ile karşısından önce ilerleyen Sonra da geri püskürtülen İtalya cephesindeki olaylara dayanmaktadır.

Bu Roman Amerika romanlarından bir tanesin olmasının yanından pek çok çevirisi bulunan bir romandır. Ülkemiz tarafından da oldukça sevilen bu roman tarihi bir olayı sıkıntılarını bir yazar tarafından anlatılması şeklinde değerlendirmek mümkündür. Yazar romanda açık bir dil ve anlaşılır bir üslupla yazı için oldukça okuyucuyu sıkıntı yaşatmayacak bir romandır. 296 sayfa bulunur ve günümüzde birçok ülkeye ait çevirisi bulunmakla beraber pek çok ülke tarafından bilinen bir romandır.

Sergüzeşt Kitabı Özeti

Sergüzeşt

Sergüzeşt romanı, 1888 yılında Sami Paşazade Sezai’nin yazmış olduğu bu muhteşem eser gerçekçiliğe ve üsluba fazlasıyla önem verilerek aktarılır. Romanın edebiyatımızda ki yeri çok farklıdır. Recaizade Mahmut Ekrem’in yazdığı Araba Sevdası gibi romantizmden realizme geçiş sağlayan değerli bir eserdir.

Sergüzeşt Osmanlı Türkçesinde oluşturulmuş ve macera anlamında kullanılır. Bir cariye ile paşazadeye uygun görülmeyen aşk ile esaret konusunu ele alır. Dilber karakteri Kafkasya’dan esir tüccarları tarafından getirilir. Farklı farklı evlerde hizmete zorlanır. Roman Tanzimat dönemi düşünce ve fikir sisteminde köleleştirilmeye zorlanan kişilere karşılık haklın düşüncesini değiştirerek istenir. Hatta toplumu eğitmek amacıyla yazılan eleştirisel bir romandır. Okuyanın hislerine dokunmasıyla da kitaptaki akışı en güzel şekilde ortaya koymuştur. Yazarın okuyucuya aktarmak istediği düşünceler, toplumun her kesiminin eşit olması gerektiğidir. Bunu da esir edilen bir gencin hayatından kesintiler vererek yansıtır.

Günümüzde Milli Eğitim Bakanlığının onayını almıştır. Ortaöğretim kurumlarına verilen 100 Temel Eser sınıfına girer. Sergüzeşt Romanı, II Abdülhamit devrinin ortalarında yazılır. Sami Paşazade Sezai eseri yayınladıktan sonra göz hapsine alınır. Göz hapsinden kurtulmak isteyen Sami Paşazade Sezai kaçıp Fransa’nın Paris kentinde yaşamaya başlar.

Kitabın Yapısı:

Hayatının her köşesinde ezilen, yaşama umudu elinden alınan bir gencin hayat hikâyesinden uyarlanmış bir dram konu edilir. Konunun en iç alıcı noktası bir insanın duygu ve düşüncesini önemsemeden nasıl sürüklenebileceğini göstermesidir. Yazar temel olarak eseri tanımlarken, insanların hayvan gibi alım satım işinde kullanıldığından bahseder. Bir insanın nasıl esir olabildiğinin hayreti içerisinde okuyucuya aktarmaya çalışır. Asıl önemli olanın insanın duygu ve düşüncesinden ibaret olduğunu resmetmeyi hedefler. Romanda Osmanlı döneminde batılılaşmaya yüz tutmuş burjuva sınıfının, esaret etme kurumuna bakışını eleştirisel bir şekilde değerlendirilir. Oğullarının duygu ve düşüncesini önemsemeyen ailelere karşı duygu ve düşüncenin öneminden bahseder. Günümüze de uyarlanabilecek bu hikâyede genç kuşağı etkileyecek birçok nokta bulunuyor. Aynı zamanda topluma bu bilgileri aktararak eğitme amacı güdülmüştür. Konusunun gerçek hikâyelerden esinlenerek yazılması da birçok konuyu içinde barındırarak ders verme niteliğini ön plana taşır. Ayrıca yaşanan olayların kader bağlamında birleştirilmesi de öne çıkarılmıştır.

Kitabın Konusu:

Esir düşen 9 yaşındaki güzel kızın İstanbul’a getirilmesiyle hayatındaki bazı değişimleri konu alarak başlar. 9 yaşındaki masum kız bir esir tüccarı tarafından memur Mehmet Efendiye satılır. Mehmet Efendi’nin karsısı sert bir kişiliğe sahip olduğu için güzel kıza her gün eziyet eder. Eziyete dayanamayan Dilber isimli bu genç kurtulmak için evden kaçar. Kaçarken bayılan genç kızı yaşlı bir kadın bularak Mehmet Efendi’ye teslim eder. Evden kaçtığı için günlerce eziyet edilen genç kız ölmek ister. Bu zamanda Mehmet Efendi başka bir şehre tahin olur. Dilber’i ise tekrar esir tüccarına satar. Yeni esir tüccarı kıza biraz bakım yaparak daha güzel fiyata satmak istediği için birkaç çalgı aleti ve müzik öğretir. Kızı zengin bir adama satar. Zengin adamın oğlu ressamlık dersleri aldığı için Dilber’i sürekli farklı kıyafetler giydirerek resmini çizer. Bu durumdan sıkılan Dilber ağlayarak uykuya dalar. Uyurken içeri giren Celal Bey kendi resmini Dilber’in elinde görür ve kendisine âşık olduğunu anlar. Bu durum duygularının karşılıklı olduğunu hissetmesine vesile olur. Dilber’le evlenmek isteyen Celal Bey’in isteği ailesi tarafından reddedilir. Ailesi oğlundan ayırmak için tekrar Dilber’i başka bir esir tüccarına satar. Durumu öğrenen Celal Bey yataklara düşerek hastalanır. Esir tüccarı iste Mısırlı bir zengine cariye olarak Dilber’i satar. Dilber’i sarayında konaklamak için götürür. Dilber cariyeliği kabul etmediği için sürekli eziyete tabi tutulur. Dilber’in bu haline acıyan haremağası ona âşık olur. Yaşanan olaylara kayıtsız kalmayarak Dilber’i vapura bindirip İstanbul’a kaçırmak ister. Planladığı gibi gelişmeyen olaylardan sonra merdivenlerden düşen haremağası orada hayatını kaybeder. Dilber de son sansını kaybettiğini düşünerek Nil nehrinin soğuk sularına kendini bırakarak bu zulme bir son verir.

Kitaptaki Karakterler

Dilber: 9 yaşında esir düşerek hikâyesi başlayan ve çok farklı mekânlarda konaklayan fakır kimsesi olmayan bir karakter. Birkaç farklı esir tüccarı tarafından farklı kişilere hizmet eder. 15 yaşına geldiğinde zengin bir aileye verilir. O ailenin zengin oğluna âşık olan bir karakterin dram hikâyesine hayat verir.

Celal Bey: Dilber’i gördükten sonra farklı farklı kıyafetler deneterek resme ten Paris’te iyi eğitim almış bir karakter.

Mehmet Efendi: Dilber’i ilk kez esir tüccarlardan satın alan memur karakteri.

Esir Tüccarları: Dilber’in hikâyesine şekil veren sürekli Dilberi alıp satan kişi karakterleri.

Kitabının Özeti

Dilber adında 9 yaşında bir kız çocuğu Kafkasya’nın şirin bir köyünde yaşıyor. Bu köy esir tüccarlarının olduğu köylerden bir tanesidir. Dilber köydeyken oradan geçen esir tüccarlarının eline düşer. Göz kamaştıran güzelliği ve Çerkez soyundan gelmesi bu kızdaki ilgiyi daha da attırır. Tüccarlarında gözünden kaçmaz bu güzelliği. Bu yüzden Dilber’i esir tüccarları Kafkasya’dan kaçırarak İstanbul’a götürür. Bu güzel kızı, Hoca Ömer Efendi olarak adlandırılan esir tüccarı satmak ister. 9 yaşındaki kızı kısa sürede satacağından hiç şüphesi yoktur. İstanbul’da yaşayan ve önceden Harput mal müdürlüğünde çalışan memur Mustafa Efendi’ye 40 liraya anlaşarak satılır. Mustafa Efendi’nin eşi çok sert ve asabi bir kadındır. Bu kadın güzel kızı gördükten sonra kötü davranmaya başlar. Her geçen gün daha da sert ve kötü davranır. Mustafa Efendi’nin eşi duygularından tamamen soyutlaşmış kaskatı bir insan olduğu için merhametten de yoksundur. Güzel Dilber bu duruma sonunda dayanamayıp isyan eder. Ağır işlerden kurulmak ümidini kaçmakta bulur. Hazırlıklarını yaptıktan sonra güzelce bir plan yaparak bohçasını alır ve evi terk eder. Dilber evden kaçtığında yorgunluktan eli ayağı titrer ve bir zaman sonra bayılır. Yakınlardan geçen yaşlı bir hanımefendi güzel Dilber’i bulur. İyileşen Dilber’i yaşlı kadın tekrar sahibine götürüp teslim eder.

Mustafa Efendi’nin eşi Dilber’e evden kaçtığını sürekli hatırlatıp eziyet etmeye devam eder. Artık küçük güzel kız bu olaylardan çok yorulur. Ölsem de kurtulsam diye kendini doldurur. Hatta tek kurtuluş yolunun bu olduğunu inanmaya başlar.

Bu sırada Mustafa Efendi’nin memuriyetinde tayin işlemi başlar. Erzurum’a tayin edilen Mustafa Efendi güzel Dilber’i yanında götürmek istemez. Bu durumda başka bir esir tüccarına ulaşır. Dilber’i aldığı paranın üzerinde 65 liraya satar. Tabi Dilber’in güzelliği hayla göz kamaştırmaktadır. Bu durumu fark eden diğer esir tüccarı daha yüksek fiyata satmak için Dilber’i güzel bir şekilde yetiştirir. Kölelerin özelliklerinin artması onlar için biçilen fiyatı da arttırır. Esir tüccarı çalgı aletleri alarak Dilber’i yetiştirmekte kararlıdır. Küçük Dilber kısa sürede şarkı söyleyip çalgı çalmaya başlar. 15 yaşına gelen küçük kız artık satılmaya hazırdır. Moda semtinde oturan zengin bir aile Dilber’i almak ister. Esir tüccarı Dilber’i 150 liraya bu aileye satar.

Aile çok varlıklı olduğu için oğullarını Paris’te özel dersler verdirir. Bu oğlanın adı Celal’dir. Celal Bey altı yıldır Paris’te en ünlü ressamlardan resim dersleri alarak kendini geliştirir. Dilber Celal Bey için çok güzel bir konu mankeni haline gelir. Her gün farklı farklı kıyafetler giydirerek Dilber’i resmetmeye başlar. Dilber için bu durumda zulüm gibi gelmeye başlar. Her gün aynı şeyleri yapmak istemez. Oturup ağlamaya başlar. Celal Bey Dilber’in ağladığını duyduğunda kalbine bir sızı girer ve çok etkilenir. Güzel kızın duygulu hali Celal Bey’de yer edinir. Onu görmek için odasına gittiğinde Dilber’in ağlarken uyuya kaldığını fark eder. Bu sırada elinde sıkı sıkı tuttuğu Celal Bey’in resmi vardır. Dilber’in kendisinden hoşlandığını anlayan Celal Bey aynı durumu kendi benliğine de sorar. Duygusunun karşılıklı olması yüzünde bir gülümseme meydana getirmiştir. Günün birinde Celal Bey çıkıp gelerek artık duygularını saklayamayacağını dile getirir. Dilber’e aşkını itiraf eder. Dilber’in köle ve fakir olması bu durumda büyük sorun teşkil eder. Anne ve babası bu duruma razı gelmezler. İstenmeyen bir sevgi olması durumları değiştirir. Ailesi artık oğlunun Dilber’den koparılması gerektiğine karar verir. Dilber’i farklı bir esir tüccarına satarak oğlundan artık uzaklaştıracaklarına inanırlar. Bu durumu öğrenen Celal Bey deliye dönerek kendini yıpratır. Her gün daha da kötüleşir yataklara düşer. Kendini toparlayamayan Celal Bey’in beyin humması hastalığına yakalanır.

Esir tüccarı çok geçmeden güzel Dilber’i zengin Mısır tüccarına satar. Tüccar çok zengin olduğu için güzel kızlara da hayranlığı saklamayıp hareminde birçok güzel kız bulundurur. Dilber de bu tüccarın saraylarından birinde yaşayacaktır. Elhamra Sarayı’na benzer bu saray artık güzel Dilber’in evi olur. Dilber haremdeki diğer kızlar gibi odalık olmak istemez. Zengin tüccar Dilber’i köle olarak aldığı için ona her şeyi yaptırabileceğini düşünür. Durumu kabul etmeyen Dilber’e her gün eziyet ve işkence yapmaya başlar.  Dilber’i hapseder. Harem ağası da artık Dilber’e bir hayranlık duymaya başlar. Zamanla bu hayranlık sevgiye dönüşür. Dilber’in hüzünlü tavrı harem ağasına etkiler. Bu duruma kayıtsız kalmak istemeyip Dilber’i kaçırmak için plan yapar. Sonunda hapsedildiği yerden kaçırarak Dilber’i bir vapura bindirip İstanbul’a göndermeye götürürken merdivenlerden düşer. Harem ağası artık hayatta değildir.

Dilber’in son umudu da artık yok olmuştur. Bu durum karşısında ne yapacağını şaşıran Dilber sevgi ve özgürlük amacını yitirir. Kendisini soğuk sulara bırakarak kurtulacağına inanır. Ümitsizlik, kimsesizlik ve karamsarlıkla elinde kalan vapur biletiyle kendini Nil nehrine bırakır.

Sami Paşazade Sezai’nin Hayatı

Sami Paşazade Sezai, 1859 yılında İstanbul’da doğmuştur. Tanzimat döneminin ileri gelen yazarlarından bir tanesidir. Osmanlı Devletindeki ilk Eğitim Bakanı’nın oğludur. Babasının özel konağında birçok dilde eğitimler almıştır. Almanca, Fransızca, İngilizce, Arapça ve Farsça dillerine hâkimdir. 20 yaşına kadar babasına nazaran hiçbir sorumluluk almayarak çalışmaz. Daha çok edebiyat alanında çalışarak kendisini geliştirmek istedi.

Maarif adındaki ilk yazısını bir gazetede yayınlamak istedi. Bu yazısı 1974 yılında Kamer adındaki gazetede yayımlandı. Ardından 3 perdelik bir piyes dalında ilk eserini yazdı. Londra’da yaşadığı zamanlarda İngiliz ve Fransız edebiyatına merak saldı. O dönemki şartlarda şapka giyme zorluluğunu çiğnediği gerekçesiyle İstanbul’a azledilerek gönderildi.

1885 ile 1901 yılları arasında İstanbul’da yaşarayarak edebi bilgisini geliştirdi. Bu dönem Sami Paşazade Sezai için çok verimli yıllardır. Aynı zaman diliminde Abdülhak Hamit ve Recaizade Ekrem gibi önemli yazarlarla da dostluk ilişkisi kurdu. Tabı 18 yaşlarından beri dostluğu olan Namık Kemal ile de sürekli mektuplaştılar.

Diğer Tanzimat yazarları kadar çok fazla eser ortaya çıkarmadı. Fakat çıkardığı eserleri ile Türk edebiyatına katkısı çok büyük oldu. Bir tane roman, 2 tane hikâye kitabı, hatıra ve seyahat kitapları yazdı. Yayınladığı ilk ve tek romanı Sergüzeşt ile Ahmet Mithat Efendiden sonra Türk edebiyatının ilk romancıları arasında yer almayı başardı.

Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafında 1927 yılında “Hidamat-ı Vataniyye” tertibinden maaş alması için karar çıkarıldı. Hayatının son zamanlarında mutlu bir yaşam geçirdi. 26 Nisan 1936 yılında ise İstanbul’da hayatını kaybetti.  Hayatını kaybetme sebebi zatürre hastalığı olarak kayıtlara geçti. Cenazesini aile mezarlığına defnedildi.

Serenad- Zülfü Livaneli Kitap Özeti

Serenad

Serenad kitabı Zülfü Livaneli’nin 2011 yılında kaleme almış olduğu bir kitaptır. Kitap içerisinde aslında aşk anlatılır ancak Zülfü Livaneli bu ismin kitap için geçmesini istemez. Çünkü ona göre aşk çok saf ve çok daha fazla derin bir duygudur.

Konusu

Maya 36 yaşında üniversitede görevli olan bir kadındır. Alman profesörle tanıştıktan sonra büyük bir aşka şahit olur ve hayat hakkındaki bakış açıları değişir.

Özeti

Maya Duran eşinden boşanmış ve 14 yaşındaki çocuğu ile beraber yaşayan bir üniversite çalışanıdır. Maya hem çok güzel hem de çalışmayı seven bir insandır. Harvard Üniversitesi’nden bir profesör Maya’nın çalıştığı okula gelir ve onunla ilgilenme sorumluluğunu ise Maya’ya verirler. Birlikte İstanbul’u dolaşırlar ve bu sırada bir arabanın kendilerini izlediğini öğrenirler. Profesör istihbarat tarafından izleniyor ve her adımları takip ediliyordur. Maya’ya gelerek Maximillian Wagner hakkında her şeyi öğrenmek isterler ve bütün sırlarını anlatmasını talep ederler. Maya denileni yapmaz ile abisinin iş hayatında büyük sorunlar oluşacaktır.

Maya gezme esnasında profesör ile birlikte Şile’ye gider ve profesör birden keman çalmaya başlar. Denizin kenarı çok esiyordur ve profesör bu esnada rahatsızlanır. Onu hemen bir motele koyarlar ve arabanın tamiri ile ilgilenmeye başlarlar. Ancak arabayı tamir edecek kimse yoktur ve Maya profesörün yanına geri gelir. Onun çok üşüdüğünü görür ve ısıtması gerektiğini fark eder. Isıtmak için tamamen soyunur ve yanına yatar, bu sırada şoför kendilerini görür ve Maya’ya ciddi bir ifade takınmaya başlar. Maya hiçbir şeyi umursamaz ve profesörün iyileşmesini ister, bu nedenle en yakın hastaneye yatışını gerçekleştirir.

Profesörün ağır bir hastalığı vardır ve ancak sayılı günleri kalmıştır. Bütün sırlarını artık sadece Maya ile paylaşmaya başlar. Profesör henüz bir görevli olduğu zamanlarda Nadia adındaki öğrencisine karşı fazla korumacı davranır. Zaman içerisinde birbirlerine deli gibi aşık olurlar. Evlenmeye karar verirler ve İstanbul’a yerleşmek isterler. Bunun için Deborah olarak isim değişikliği yapar ve İstanbul’a gitmeyi bekler. Ancak bu esnada bir aksilik çıkar ve askerler tarafından yakalanır. Profesör İstanbul’a gelmeyi başarır ve Nadia’yı kurtarmaya kararlıdır. Bütün evrakları hazırlar ve binmesi için bir gemi ayarlar. Ancak Naida gemiye binse bile gemi yolcuları İstanbul’da indiremez, gemide patlama olur ve alevler içerisinde yanar. Profesör her şeyi orada bırakır ve Amerika’ya girerek kariyerine odaklanır. Bir gün bu şehre gelmeyi daima aklına koymuştur. Maya her şeyi öğrenir ve oldukça üzülür, bir şeyler yapmak ister.

Bu zaman içerisinde Maya, Profesör ile birliktelik yaşamakla suçlanılır ve işinden kovulur. Bir yatırım aracında para biriktirdiği için maddi olarak kayıp yaşamaz ve kendisine yeni bir yaşam sürmek için şans doğar. Almanya’ya gider ve her yerde Nadia ile ilgili her şeyi araştırır. Bu esnada serenad adına sahip bir beste bulur. Bu beste Naida için profesör tarafından yapılmıştır ve bir keman eşliğinde son kez sevdiğine çalar. Profesör bu kısa mutluluğun ardından yaşamını yitirir ve bu beste ile birlikte külleri denize savrulur.

Yazar Hakkında Bilgi

Zülfü Livaneli 20 Haziran 1946 yılında Konya’da dünyaya gelmiş bir yazardır. Aynı zamanda politika, müzik ve senaryo yazarlığı ile de uğraşır. Birçok filmde yönetmenlik yapmış ve kariyerinde başarılara imza atmıştır. Ülke içerisinde verilen en kalabalık konser kendisine aittir.

Senna Kitap Özeti

Senna

Asif Kapadia yönetmenliğinde 2010 senesinde yayınlanmış olan “Senna” filmi, konusu ile beraber büyük bir beğeni yakalayabilmeyi başarmıştır. Filmde bahsi geçen Brezilyalı motor şampiyonunun hayatından kesitleri detaylı ve akıcı bir biçimde anlatıldığı bu film, ülkemizde de büyük rağbet görmüştür. Ülkemizde 6 Mayıs 2011’de vizyona giren Senna, kısa bir sürede fazla izleyici kitlesine ulaşabilmiştir. USD bilet gişe miktarı 10,9 milyon olan bu film, dünyanın her yerinde büyük bir ses getirmiştir. Birden fazla ödüle layık görülen Senna filminin oyuncu kadrosu da son derece kalitelidir. Senna filminin başarılı yapımcıları ise Tim Bevan, Eric Fellner, James Gay-Rees’ken filmin senaristi ise Manish Pandey’dir. Senaryosu ve kaliteli oyuncu kadrosu ile beraber büyük beğeni yakalayabilmiş Senna filminin detaylarını gelin daha yakından inceleyelim.

Filmin Konusu Nedir?

Başarılı Brezilyalı yarışçı Ayrton Senna, 3 yıl boyunca Formula 1 yarışlarında galip gelme yolunda ilerler ve bu başarılı yarışçının hayatını konu edinen Senna filmi, tüm dünyada büyük bir başarı yakalayabilmiştir. Bu başarılı yarışçının hayatından kesitlerin detaylı ve akıcı bir biçimde anlatıldığı belgesel türündeki Senna filmi, başrol Ayrton Senna’nın 1980’li senelerde başlamış olduğu F1 kariyerini ve bununla birlikte bu haksızlık dolu acımasız arenada başına gelmiş olan olayları beyazperdeye taşır. Ayrton Senna’nın kendine büyük bir rakip olarak gördüğü Fransa Dünya Şampiyonu Alain Prost ile yaşadığı mücadeleyle beraber siyasi ve spor içerikli güçlerde kendini göstermeye başlar. Başlattığı mücadele ile beraber Senna, karşısına çıkan tüm rakiplerini alt ederek Formula 1’i ele geçirerek, bütün dünya genelinde tanınan bir yıldız haline erişir. Özel hayatında ise Ayrton Senna, memleketi Brezilya’ya son derece bağlı ve yakaladığı ün ile beraber şöhretten uzak abartısız bir hayat yaşamaktadır. 1994 senesinde geçirdiği bir trajik kaza ile hayatını kaybeden başrol Ayrton Senna, geride bıraktığı onu çok seven hayranları, F1 tutkunları ve bununla birlikte spor sevdalıları inanılmaz bir yasa bürünür. Henüz 34 yaşındayken hayata gözlerini yuman başarılı yarışçı, tüm zamanların en mükemmel yarışçısı olarak ismini tarihe altın harfler ile kazıyarak spor tarihinin önde gelen isimlerinden birisi olmuştur.

Film Ne Zaman ve Kaç Sezon Yayınlandı?

7 Ekim 2010 senesinde özel bir gösterim ile Japonya’da yayınlanan film, Dünya prömiyeri olarak Brezilya’da Cinemark Tiyatrosunda 3 Kasım 2010 senesinde gösterime girer. Senna filmi 12 Kasım 2010 senesinde Brezilya’da sinema ekranların yansırken, 3 Haziran 2011 senesinde ise İngiltere’de yayınlanmaya başlar.

Filmin Oyuncuları Kimlerdir?

Dünyaca ünlü başarılı bir oyuncu kadrosuna sahip olan Senna filmi, bu kaliteli oyuncuların sergilediği yetenekler ile daha fazla izleme oranı kazanmıştır. İşte filmin başarılı oyuncu kadrosu:

  • Alain Prost
  • Ayrton Senna
  • Jackie Stewart
  • Sid Watkins
  • Frank Williams
  • Galvao Bueno
  • Nigel Mansell
  • Jean-Marie Balestre
  • Nieda Senna
  • Reginaldo Leme
  • Rubens Barrichello
  • Gerhard Berger
  • Milton Da Silva
  • Viviane Senna
  • Nelson Piquet
  • Damon Hill
  • Micheal Schumacher
  • Bernie Ecclestone
  • Ron Dennis
  • Riccardo Patrese
  • Murray Walker

Yazmış olduğumuz bu yazımızda 2010 yılında yayınlanmış ve dünyaya ses getirmiş “Senna” isimli filmin hakkında gerekli bilgilere değinmeye çalıştık. İzlenmesi gereken filmlerin içinde yer alan bu film, konusu ve kalitesi ile de dikkatleri üzerine çekebilmektedir. Siz de bu gişe rekorları kırmış başarılı filmi izlemek için daha fazla geç kalmayın, iyi seyirler!